wWw.Selinindunyasi.tr.gg HoşGeLdİnİz... Eğlenmeniz dileğiyle..Yorumlarınızı lütfen esirgemeyiniz...Siteme yeni şeyler eklemeye çalışıyorum...Yeni sitem açılacak...
   
  SeLin'le EğLenmeye HazıR OL...Yepyeni Selinin Dunyasi...
  MasaLLazzi
 

 

İki Kurbağa
İki Kurbağa
 
 
Biri beyaz, diğeri siyah renkteki kurbağanın huy ve mizacı tıpkı renkleri gibi zıtmış. Ak kurbağa ne kadar iyimserse Karakurbağa o kadar kötümsermiş. Ak kurbağa bir şeye “ak” mı dedi; o hemen atılıp “kara” dermiş. Her şeyin olumsuz tarafını görmeye o kadar alışmış ki, gördüğü her şeyi eleştirmeyi neredeyse meslek haline getirmiş. Yağmur yağsa, Karakurbağa:
“Offff! Olacak şey mi şimdi bu?” diye şikayete başlarmış. “Yağmurda ne derenin tadı olur, ne de ortalıkta avlayacak sinek bulunur. Nefret ediyorum yağmurdan!”
Arkadaşının aksine her şeyin güzel tarafını görmeyi seven Akkurbağa cevap vermeden edemezmiş:
“Haksızlık etme lütfen! Sırf senin keyfin bozuldu diye güzelim yağmura niye düşman oluyorsun ki? Hem söylesene, yağmur yağmasa bizim evimiz-yurdumuz olan dereler, sazlıklar, bataklıklar kalır mı ortada?”
Elbette o, bu sözlerini tamamlayamadan Karakurbağa atılırmış:
“Tamam tamam, bay çok bilmiş kurbağa! Biliyor musun, sen tam da insanların sözünü ettiği şu Polyanna’ya benziyorsun. Mutluluk rolü oynayacağım diye saçma sapan sözler ediyorsun. Hani, uçurumdan aşağı düşsen, ‘bak ne güzel uçuyorum’ diyeceksin neredeyse. Azıcık gerçekçi olsana canım!”
Akkurbağa genelde bu tür tartışmaları uzatmak istemez ve şöyle dermiş:
“Gerçeği görmek için asıl kendi kötümser bakışını terk etmelisin.”
İşte böyle iki zıt kutupmuş bu iki kurbağa…
Günlerden birgün canları sıkılınca derenin yakınındaki köye doğru gitmeye karar vermişler. Akkurbağa:
“İstersen fazla yaklaşmayalım, biliyorsun yaramaz çocuklar bizi görürse canımızı acıtabilirler” dediyse de, Karakurbağa ısrar etmiş:
“Akşamın bu karanlığında çocuklar bizi nereden görecek Allah aşkına! Şu en yakındaki evin oraya kadar gidelim, sonra geri döneriz. Korkaklığı bırak şimdi.”
Akkurbağa, korkaklıkla suçlanmaktan çekindiğinden, çaresiz kabul etmiş. Köye girmişler ve evin yanına gelmişler. Akkurbağa sıkıntılı bir vıraklama ile “Hadi, artık dönelim, içimde kötü duygular var!” demiş demesine, ama Karakurbağa heyecanla atılmış:
“Gel bir oyun oynayıp öyle dönelim. Şuradaki yüksek kovayı görüyor musun? İkimiz aynı anda üstünden zıplayacağız. Bakalım yarışmayı kim kazanacak?”
“Akşamın bu vaktinde bırak böyle çocuklukları lütfen!” diye itiraz edecek olmuş Akkurbağa, ancak yaramaz arkadaşı bir türlü fikrinden vazgeçmemiş. Hatta “Dediğimi yapmazsan, seninle artık arkadaş olmam!” diye tehdit bile savurmuş. Bunca yıllık arkadaşını kaybetmek istemeyen Akkurbağa bu teklifi de istemeye istemeye kabul etmiş.
İki kurbağa hızla koşup zıplamışlar. Ama ne olduysa o zaman olmuş ve tam kova dedikleri şeyin üzerinde çarpışıp içine düşmüşler! Acı gerçeği o zaman anlamışlar: üzerinden atlamaya çalıştıkları o şey, yarısına kadar dolu kocaman bir süt güğümü değil miymiş meğer!
Yorulana kadar giriştikleri denemelerin sonucunda başka bir gerçeği daha anlamışlar: Güğümün kenarları zıplayıp çıkmalarına imkân vermeyecek kadar yüksekmiş. Karakurbağa ümitsizlik içinde haykırmış:
“Mahvolduk! Buradan çıkmamız mümkün değil! Bu güğümün içinde ölüp gideceğiz.”
“O kadar kolay pes etme bakalım” diye karşılık vermiş Akkurbağa. “Çıkmadık candan ümit kesilmez. Kim bilir, hiç ummadığımız bir anda imdadımıza yardımsever bir el yetişir belki de.”
Karakurbağa acı bir kahkaha attıktan sonra şöyle demiş:
“Benim kurbağa Polyannam! Neler sayıklıyorsun sen? Bari böylesi bir haldeyken hayal görmekten vazgeç.”
“Ben hayal filan görmüyorum. Nasıl bilmiyorum, ama buradan kurtulacakmışız gibi bir his var içimde. Kendini koyuverme sakın!”
Ne yazık ki, Karakurbağa’nın ümitsizliği her geçen dakika bütün kalbini daha çok kaplamış ve ümitsizliği arttıkça bacaklarındaki güç ve kuvvet de azaldıkça azalmış. Ve en sonunda:
“Bacaklarımda derman kalmamış. Hakkını helal et kardeşim!” deyip sütte yüzmekten vazgeçmiş. Bir-iki dakika sonra da son nefesini vermiş…
Akkurbağa arkadaşının bu kadar kolay vazgeçip ölmesine çok üzülmüş, fakat ümidini hiç yitirmemiş. Sürekli şu şekilde yalvarmış Allah’a:
“Darda kalanların sesini ancak Sen duyar, onların imdadına ancak Sen koşarsın! Senin rahmet ve şefkatin süt güğümüne düşmüş zavallı bir kurbağaya da yetişir elbet! Kurtar beni Allahım!”
Akkurbağa bu şekilde yalvarırken, bir taraftan da sebebini bilmeden sütün içinde var gücüyle çırpınmış. Karanlıkta, yapayalnız, çaresiz, ama hiç ümitsizliğe düşmeden… çırpınmış, çırpınmış… Bu hal dakikalarca devam etmiş. Bir ara arka tarafından ayağına birşey çarpmış. Dönüp baktığında bunun irice bir tereyağı topağı olduğunu görmüş. Oraya nereden geldiğini düşününce, bu tereyağının farkında olmadan kendi çırpınışlarıyla meydana geldiğini anlamış. Gözleri sevinçle parlamış, çünkü bu onun kurtuluş vesilesi olabilirmiş!
Azalmaya yüz tutan gücü, ummadığı kadar artmış. Bu defa niçin yaptığını bilerek bacaklarını yine çırpıp durmuş. Bir saat kadar sonra tere yağ topağı o kadar büyümüş ki, onun üstüne basıp zıpladığı gibi güğümün dışına atlamış ve ilk sözü şu olmuş:
“Rahmetinden ümidimi kestirmediğin ve imdadıma yetiştiğin için Sana şükürler olsun Allah’ım!”


Aslan’ın Sarayı
Aslan'ın Sarayı
 
 
Aslan ormandaki hayvanları sarayına davet etmiş. Hem onlarla tanışmak, hem de ormanın sorunlarını konuşmak istiyormuş.
İlk olarak içeri giren ayı saraydaki kokuyu beğenmemiş. Eliyle burnunu tutup yüzünü buruşturmuş. Ağzından da “Öffff çok pis kokuyor.” Sözleri dökülmüş. Aslan bu işe çok kızmış. Sarayını kötüleyen ayıyı bir pençede yere serip öldürmüş.
İkinci olarak sarayı giren maymun olanları gördüğü için “Efendim sarayınız mis gibi kokuyor.” Aslan maymuna da kızmış. Abartıyor, bana şirin görünmek istiyor diyerek bir pençede maymununda işini bitirmiş.
Bütün bu olayları gören tilki aslanın huzurunda tek bir söz bile söyleyememiş. Bu kez aslan sormuş. “Söyle bakalım sarayımı beğendin mi? Kokusu nasıl?
Tilki işi kurnazlığa vurarak. “Sayın kralım ben bu günlerde nezle olmuşumda burnum koku almıyor.” Demiş.

Sihirli Söz

Sihirli Söz
 
Bir gün, küçük tay su içerken ayağı takılarak göle düşmüş. Yüzme bilmeyen küçük tay, bir dal parçasına tutunmuş. Eğer çırpınırsa sürükleneceğinden korkarak, etrafına seslenmeye başlamış:
“İmdat! Yardım edecek kimse yok mu?”
Sesi duyan tavşan, koşarak gelmiş. Küçük tayın zor durumda olduğunu görünce, ona yardım etmek istemiş. Ama yüzme bilmediğinden, göle girmeye korkmuş.
“Göle eğilip tüm gücümle seni karaya çekeceğim. Biraz uğraşırsam başarırım sanırım” demiş.
Tavşanın yardım edecek olması tayı çok mutlu etmiş. Tavşan uğraşmış ama başaramamış. Sesleri duyan alabalık gelerek, onlara yardım etmek istemiş. Ama karaya, tavşanın yanına çıkmaya çekinmiş. Çünkü ancak suda yaşayabiliyormuş:
“Ben de sana gölden destek vereyim. Böylece başarabiliriz” demiş.
Tavşan ve alabalığın uğraşmaları yine de bir sonuç vermemiş.
“Ben kuğuyu çağıracağım” demiş alabalık. “O çok güçlüdür.”
“Çağırırsan gelir mi?” diye sormuş küçük tay.
“O çok yardımseverdir. Mutlaka gelir” diyerek göle dalmış ve gözden kaybolmuş.
Çok geçmeden yanında kuğu ile dönmüş. Gerçekten de kuğu tavşana ve alabalığa göre büyük ve güçlü görünüyormuş. O da tayın sağ tarafına geçmiş ve tayı karaya çıkarmak için bir süre uğraşmışlar beraberce. Ama çabaları yine de sonuç vermemiş.
Bu sırada uçmakta olan güvercin ne yaptıklarını merak edip bir süre onları izlemiş:
“Arkadaşlar ne yapmaya çalışıyorsunuz?”
Zaten çok yorulmuş olan tavşan, alabalık ve kuğu bu soruya sinirlenmişler. Tay ise artık umudunu iyice kaybetmiş bir şekilde, güvercine cevap vermiş:
“Su içerken ayağım takıldı, göle düştüm. Kuğu, tavşan ve alabalık da beni kurtarmaya çalışıyorlar.”
“Ama böyle kurtaramazlar ki seni” demiş güvercin.
“Çok bilmiş seni. Ya nasıl kurtaracağız?” diye söylenmiş tavşan.
“Benim yardımımla” demiş güvercin.
“O nasıl olacak, sen de bizimle beraber itecek misin?” diye alaylı bir şekilde sormuş kuğu.
“Hayır. Sadece çok önemli bir sözcük söyleyeceğim.”
“Önemli bir sözcük mü?”
“Galiba büyülü bir söz biliyor güvercin” demiş tavşan küçümser bir ifadeyle.
“Evet belki de büyülüdür söyleyeceğim sözcük. Siz aranızda uyum olmadığı için boşuna uğraşıyorsunuz. Alabalık tayı denize çekiyor. Kuğu yukarı doğru itiyor. Tavşansa karaya çekiyor. Yani üçünüz de farklı bir yöne doğru gücünüzü harcıyorsunuz. Tabi bu yüzden de bir sonuç alamıyorsunuz. Gücünüzü aynı yöne yöneltirseniz, küçük tay kurtulur.”
Güvercin bunları söyledikten sonra “hoşçakalın” diyerek uzaklaşmış oradan.
Küçük tay gölden çıkarken dördü birden güvercinin ardından “güle güle” diye seslenmişler.
O sırada kendisini aramaya çıkan annesini fark eden küçük tay, ona doğru koşmuş ve olanları anlatmış.
Annesi yavrusunun arkadaşlarına teşekkür etmiş ve:
“Güvercinin kastettiği sözcük galiba ‘uyum’du” demiş.
Tavşan tek başına küçük tayı kurtaramadığına biraz üzülmüş, ama birlikte başarmanın tadını da aldığı için:
“Sadece uyum değil büyülü sözcük. Dostluk ve uyum” diye eklemiş.

Yoksul Kunduracı
Yoksul Kunduracı
 
Eski zamanlarda, ülkenin birinde yoksul bir kunduracı ve karısı yaşarmış. Kunduracı çok yaşlandığı için artık eskisi gibi çalışamıyormuş. Kazandıkları para ancak karınlarını doyurmaya yetiyormuş.
Kunduracı, bir gece elinde kalan son deriyi de ertesi gün ayakkabı yapmak için hazırlayıp tezgahın üzerine koymuş. Yatmaya gitmiş.
Ertesi sabah her zamanki gibi erkenden kalkmış.
Tezgahın üzerine bakınca çok şaşırmış. Çünkü bir çift ayakkabı duruyormuş. Ayakkabılar öyle güzelmiş ki, müşterilerden biri bunları görünce çok beğenmiş.
Hemen satın almış. Yaşlı kunduracı kazandığı paralarla iki çift ayakkabı yapabilecek kadar deri satın almış.
Derileri o akşam yine ertesi gün ayakkabı yapmak üzere hazırlamış. Sabahleyin kalktığında bu kez iki çift ayakkabı bulmuş.
Dükkana gelen müşteriler ayakkabıları çok beğenip bol bol para vermişler.
Kunduracı bu durumdan çok memnunmuş. Artık pazara gidip yeterince deri alabilecekmiş.
O akşam yine derileri hazırlarken ertesi sabah ne göreceğini tahmin edebiliyormuş.
Gerçekten de düşündüğü gibi olmuş. Sabah kalktığında dört çift gıcır gıcır ayakkabı tezgahın üzerinde duruyormuş.
Günler böyle geçmeye başlamış.
Yoksul kunduracı artık geçim sıkıntısı çekmiyormuş. Kazandığı paralarla istediği kadar deri alabiliyormuş. Hatta bir miktar da para arttırıp gelecek günler için saklıyormuş.
Kunduracı bir gün karısına:
- Bu böyle olmayacak. Bize yardım edenlerin kim olduklarını mutlaka öğrenmemiz gerek. Bunun için bu gece saklanarak onları gözetleyeceğim, demiş.
Yine derileri hazırlayıp tezgahın üzerine bırakmış. Karısı da odanın aydınlanması için mum yakarak masanın üzerin koymuş.
Bütün hazırlıklar tamamlanınca karı koca odadaki dolabın içerisine girerek beklemeye başlamışlar.
Vakit gece yarısı olunca birden tıkırtılar duyulmaya başlamış. Kapı açılmış. Çok sevimli iki minik adam içeri girmişler.
Tezgahın yanına gelerek kunduracının bıraktığı derilerden ayakkabı yapmaya başlamışlar.
Karı koca hayretle onları izliyorlarmış. Cüceler işlerini bitirerek sabaha karşı gitmişler.
Ertesi gün kunduracı düşünmeye başlamış. Kendisini fakirlikten kurtaran bu adamlara teşekkür etmek istiyormuş, ama nasıl?
Akşam olunca karısına:
- En iyisi minik adamlar için güzel kıyafetler hazırlayalım, demiş.
Hemen işe koyulmuşlar. Onlar için minik elbiseler, ayakkabılar hazırlamışlar.
Ertesi gece kunduracı tezgahın üzerine kesilmiş deriler yerine hazırladıkları hediyeleri bırakmış.
Yine bir mum yakarak dolabın içine saklanmışlar.
Az sonra kapı açılmış. Minik adamlar tezgaha yaklaşınca kendileri için bırakılan hediyeleri fark etmişler.
Sevinçle dans etmeye başlamışlar. Sonra hoplaya zıplaya gitmişler. İki minik adam bir daha hiç görünmemişler.
Ama, kunduracı ile karısı, minik adamlar sayesinde kazandıkları parayla ömür boyu rahat yaşamışlar. Onları da hiç unutmamışlar.

Kıymetli Tuz
 
Kıymetli TuzBir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Pire berber iken, deve tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken.
Tıngır elek, tıngır felek demişler, bu masalı şöyle anlatmışlar.Bir varmış, bir yokmuş, evvel zamanda bir padişah ile bunun üç kızı varmış. Bir gün bu padişah kızlarını başına toplamış, beni ne kadar seversiniz? Demiş. En büyük kız dünyalar kadar, ortanca kızı kucak kadar, küçük kızı da tuz kadar severim demiş.
Padişah küçük kızın cevabına çok sinirlenmiş, insan tuz kadar sevilir mi demiş, ardından küçük kızını cellada teslim etmiş. Cellat, kızı kesmek için dağa götürmüş. Kız cellada yalvarmış, sen de babasın, bana kıyma demiş.
Cellat, kızın yalvarmalarına dayanamamış, onun yerine bir hayvan kesmiş, kızın gömleğini kesilen hayvanın kanına bulayıp padişaha getirmiş.
Küçük kız yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, bir köye ulaşmış. Orada köyün zenginlerinden birine kul köle olmuş, büyümüş, çok güzel bir kız olmuş. Güzelliği ilden ile, dilden dile yayılmış, kısmet bu ya bir başka padişahın oğluyla evlenmiş.
Aradan bir hayli zaman geçmiş, başından geçenleri kocasına anlatmış, babamları yemeğe çağıralım demiş. Kocası da olur demiş. Gereken hazırlıklar yapılmış, padişah babası ziyafete çağrılmış.
Kızın padişah babası söylenen günde avanesiyle birlikte ziyafete gelmiş. Padişah ve beraberindekiler sofraya oturduğunda yemekler sırayla gelmeye başlamış. Ama kız, aşçısına bütün yemeklerin tuzsuz olmasını tembih etmiş. Padişah hangi yemeğe saldırdıysa eli geri gitmiş, yemeklerin hiçbirini yiyememiş.
O sırada küçük kızı padişahın sofrasından ayağa fırlamış. Padişahım, duyduğuma göre sen küçük kızını seni tuz kadar seviyormuş dediği için öldürtmüşsün demiş. Padişahın söz söylemesine fırsat vermeden işte o küçük kız benim demiş ve bütün yemekleri tuzsuz yaptırdım ki kıymetimi anlayasın sözlerini eklemiş.
Padişah yaptığından utanarak küçük kızının boynuna sarılmış, tuzun ne kadar kıymetli olduğunu anlamış. Ondan sonra yeni bir dönem başlamış. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

Kiraz Ağacı
Kiraz Ağacı
Bahçenin birinde bir kiraz ağacı varmış. Ağacın önce beyaz çiçekleri, sonra da kırmızı kırmızı kiraları olurmuş. Kiraz ağacının kapısı konuklara açıkmış. O hiç yalnız kalmazmış.
Kiraz ağacının bodrum katında köstebekler, solucanlar otururmuş. Ağacın gövdesinde ise karıncalar, böcekler bulunurmuş. Üst kattaki konuklar ise çiçeklere gelen arılar, dallara konan kuşlarmış.
Bir gün kiraz ağacı evini dolduran bu konuklara dönmüş, şöyle demiş: “Ey konuklar! Söyleyin bakalım daha ne kadar zaman evimde konuk olacaksınız? Bütün gün evimde rahat rahat oturuyorsunuz. Peki bana ne kira ödüyorsunuz?”
Konuklardan solucan ve köstebek hemen konuşmaya başlamışlar: “Bilir misin, biz sana yararlı olmaya çalışıyoruz. Köklerini saldığın toprağı gece gündüz eşeliyoruz. Böylece sen köklerini rahatça daha derinlere salabiliyorsun. Gelişiyorsun.”
Üst kattaki arılar ise şöyle demişler: “Senin çiçeklerinin balını kim çıkarıp topluyor? Niz olmasak senin çiçeklerinden hiç bal alınmazdı.”
Kuşlar ise şöyle konuşmuşlar: “Bizim neşeli sesimiz, şarkımız olmasa senin için sıkılırdı. Seni biz eğlendiriyoruz.”
Böylece kiraz ağacı konuklarının da kendisine bir şeyler verdiğini öğrenmiş. Bir daha da bu konulara hiç karışmamış. Onlar da ağacı hiç yalnız bırakmamışlar. Onu eğlendirmişler, zararlı böceklerden korumuşlar, toprağını temiz tutmuşlar.



pınarın yollamuş oldugu masal

Vadideki Nine

Su akar gider denize kavuşur.

Ay güneşi kovalar gece olur.

Masal ülkesinde bir telaştır başlar: Padişah kızının bu geceki masalı hazır mıdır? Aynacık nerede? Hadi acele edin. Uyku krallığı bizden önce davranırsa gücümüzü yitiririz.

Ve sevgili aynacık son anda nefes nefese bir masal ile gelir: Kusurumuza bakmayın prensesim. Ceylanları bir araya getirmek zaman aldı…

Adı belki de hiç duyulmamış ülkenin birinde, bir delikanlı annesiyle beraber yaşarmış. Küçük bir dağ köyünde, minicik evlerinde güzel günler ve güzel geceler geçirirlermiş. Sofralarından bereket, yüzlerinden tebessüm hiç eksik olmazmış. Babalarını çok çok eskiden, delikanlı henüz bir bebekken kaybetmişler. İşte o zaman anne-oğul yalnız kalmışlar. Üzülmüşler, ağlamışlar; fakat yapabilecekleri bir şey yokmuş.

Küçük bir bahçeleri varmış minik evlerinin önünde. Onu ekip-dikerle, onun sayesinde karınlarını doyururlarmış. Ne az diye yakınırlarmış, ne de daha çok olsun diye aranırlarmış.

Su akar gider denize kavuşur.

Ay güneşi kovalar gece olur.

Masal ülkesinde bir telaştır başlar: Padişah kızının bu geceki masalı hazır mıdır? Aynacık nerede? Hadi acele edin. Uyku krallığı bizden önce davranırsa gücümüzü yitiririz.

Ve sevgili aynacık son anda nefes nefese bir masal ile gelir: Kusurumuza bakmayın prensesim. Ceylanları bir araya getirmek zaman aldı…

Adı belki de hiç duyulmamış ülkenin birinde, bir delikanlı annesiyle beraber yaşarmış. Küçük bir dağ köyünde, minicik evlerinde güzel günler ve güzel geceler geçirirlermiş. Sofralarından bereket, yüzlerinden tebessüm hiç eksik olmazmış. Babalarını çok çok eskiden, delikanlı henüz bir bebekken kaybetmişler. İşte o zaman anne-oğul yalnız kalmışlar. Üzülmüşler, ağlamışlar; fakat yapabilecekleri bir şey yokmuş.


Küçük bir bahçeleri varmış minik evlerinin önünde. Onu ekip-dikerle, onun sayesinde karınlarını doyururlarmış. Ne az diye yakınırlarmış, ne de daha çok olsun diye aranırlarmış...


Demirin yollamış oldugu masal

Tas Adam

Uçsuz bucaksız düz bir ovanın ortasında, gökyüzüne doğru uzanan yüce bir yanardağ varmış. Görkemli görüntüsüyle, dimdik, alımlı duruşu ile taa uzaklardan, herkesin ilgisini çekermiş. Tepesi çoğu zaman bulutlarla kaplıymış. Bazen bulutların arasından ak saçları, beyazlaşmış sakalı görünür, ama yüzü pek seçilmezmiş. O hep kendi dünyasında, bulutların arasına sakladığı başıyla sesizce ovayı gözlemlermiş bir bekçi gibi. Bazı günler, ova halkı onun gülmeyen yüzünü, çatık kaşlarını bile gördüklerini sanırmış.

Bir söylenceye göre bu sönmüş yanardağ, çok eskilerde buraların tek hakimi olan Ulu Kral’ın ta kendisiymiş. Ulu Kral, bir gün üzüntüden ovanın otasında ağlamaya başlayınca bu yanardağ oluşmuş. Akan lavlarla yanardağ göklere kadar yükselmiş, ova halkını acılara boğduktan çok sonra durulmuş, bugünkü konumuna dönmüş. Söylenceye göre yanardağın tepesindeki bulutlar, Ulu Kral yeniden insan oluncaya kadar dağın tepesini ova halkından saklayacakmış. Ova halkı, Ulu Kral yine öfkelenirse, yanardağ korkunç lavlarını çevreye saçabilir diye çok korkarmış.

 

Söylencenin etkisinde kalan ova halkı yanardağa pek yaklaşmaz, ondan uzak durmaya çalışırmış. Bazı istekliler yanardağa çıkıp söylenceyi araştırmaya kalkışmışlar. Meraktan dağa çıkanlar, çoklukla hiç dönmemişler. Dönenler de dağ hakkında hiç konuşmamışlar.

Sizde Masal Yollayabilirsiniz...
Yollamak için
selinvedunyasi@windowslive.com

Sonunda ova halkı, sönmüş yanardağın sesiz yaşamını kurcalamadan, onun kendilerine sunduğu dünya nimetlerinden yararlanmayı seçmişler. Yazın yanardağın eteklerinde yer alan verimli topraklardan ürün toplarken, kışın dağın eteklerine kadar uzanan karlar üzerinde kayak yapar yaşantılarını sürdürürmüşler.

Ovadaki evlerin tümü yanardağın lav pürkürttüğü dönemde oluşan granitten yapılmış sağlam evmişler. Ova halkı, kendileri için bir geçim kaynağı ve yaşamları için önemli olduğunu bildikleri için bu dağa şükran duyar, saygı gösterirmiş. Dağ da çevresinde mutluluk içinde yaşayan ova halkına belli belirsiz gülümserken, bulutların arkasında kendi gizemli dünyasının anılarına dalar gidermiş…

Sönmüş yanardağın başlarda hırçın ve sinirli davranışları olmuş. Her an çevresindekileri ürkütür, onlara hep korkulu anlar yaşatırmış. Kafası kızdığında başından dumanlar çıkarken, homurtularından yer gök inlermiş. Tepesinden çıkan dumanlar karardığında, gözleri şimşek çakarak kızarır, önce yoğun bir kurum bulutu, sonra koyu yakıcı lavlar saçarmış çevresine. Bu durumda ova halkı ancak canlarını kurtaracak kadar zaman bulup uzaklara kaçışırmış. Kaçamayanlar, evler, ekinler, kısacası geride bıraktıkları her şey kızgın lavların altında eriyip yok olurmuş. Yanardağın kızgınlığı geçince lavlar soğur ve çevre sakinleşirmiş.

Sonra lapa lapa yağan kar, yanardağ bir daha kızmasın diye onun üstünü örter, soğutur, sinirlerini yatıştırırmış. Ova halkı, yanardağın neden durup dururken kızdığını bilmediklerinden, türlü söylenceler üretmişler. Dilden dile, kuşaktan kuşağa gelmiş bu söylenceler.

Ova halkının soğuk kış gecelerinde birbirlerine anlattıkları öyküler ve söylencelerle büyümüş olan küçük bir kız, hep bu yüce dağın neden kızdığını öğrenmek istemiş.

İnsanlara sessizce elindeki nimetleri sunan bu dağın, birden köpürüp çevresini yok edişine bir türlü akıl erdiremiyormuş. Bu işin gizemini öğrenmek amacıyla yanıp tutuşuyormuş gönlü. Çevresindeki yaşlılara sormuş, dağa çıkıp sağ ve sağlıklı dönenlerden bilgi almaya çalışmış. Ama, doyurucu bir yanıt alamamış bir türlü. Bir gün evinin bahçesinden yüce dağa bakarken :

- Senin gizemini bir gün çözeceğim yüce dağ.

diye mırıldanmış. Onun sesini duyan yanardağdan o anda bir homurtu çıkmış. Yer sarsılmış belli belirsiz. Ne küçük kız, ne de ova halkı bu kıpırdanmayı ve sesi duyamamışlar.

Küçük kız, sürekli dağı ve görkemli görüntüsünü izlermiş hayranlıkla. Fırsat buldukça da eteklerine kadar gider, gözlerini dağı doruğuna diker, bulutların içine gömülmüş başına, omuzlarına kadar sarkan ak saçlarına, upuzun duran sakalını bakarmış. Bakıp bakıp düşüncelere dalarmış.

“Eğer söylence doğru ise, bu Ulu Kral neden dağ oldu? Neden hırçın bir tavırla çevresini yıktı? Neden şimdi sessizce duruyor?” diye sorarmış kendi kendine. Onun büyüklüğü, görkemli duruşu rüyalarına bile girermiş. Rüyalarında kendisini onun dizine oturmuş, onunla konuşurken görürmüş.

Küçük kız, bir gün dayanamamış ve dağın eteklerinden yukarıya tuırmanmaya başlamış. Dağın en tepesine kadar çıkmaktan korktuğu için, ağaçların azalıp, kayaların sertleştiği bir yere gelince durmuş. Biraz dinlenip başını dağın doruğuna doğru kaldırmış ve:

- Çok merak ediyorum. Eğer sen kıralsan neden böyle taş kesildin? Neden böyle sesizce duruyorsun?

diye sormuş. Sesi elemini ve kaygısını yansıtıyormuş. Sorusunun ardından homurtuya benzer bir gürültü ve sarsıntı hissetmiş. Birden yer sarsılacak, lavlar akacak sanmış. Küçük kız, sesi kayalara çarpa çarpa yankılanırken ve dalga dalga uzaklara doğru uçup giderken, homurtuyu bir kez daha duymuş. Ama ne yer yarılmış, ne de lavlar akmış. Bir kaya bile kıpırdamamış. Homurtuyu bir kez daha duymuş. Bu kez, homurtunun gürültüden çok bir konuşmaya benzediğini algılamış.

“Acaba başka biri mi var çevremde?” diyerek şöyle bir kayalara, çalıların arkasına göz gezdirmiş. Kimseyi göremeyince dağın kendisine yanıt verdiğini düşünerek, biraz da korkuyla yinelemiş sorusunu:

- Yüce dağ! Sen gerçekten Kral mısın?

Boğuk bir ses yanıtlamış sorusunu:

- Evet, ben Kral’dım.

O zaman küçük kız rahatlamış ve derin bir nefes almış. Sorna sürdürmüş konuşmasını:

- Korkmuştum. Bir başkası var diye endişelenmiştim.

- Benden korkmuyor musun?

- Hayır.

- Herkes benden çekinirken, sen niye korkmuyorsun?

- Senin gizemini öğrenmek istiyorum. Sen artık kötülük yapmadan böyle sessizce duruyorsun. Ben kötülük gelecek yerden korkarım.

- Ben de eskiden insanlara kötülük yaptım, onlara çok zarar verdim.

- Ne kadar eskiden?

- Çok uzun yıllar önce.

- Şimdi?

- Şimdi sessizce ovayı bekliyorum.

- Kimseye zarar vermezsin değil mi?

- Artık kimseye zarar vermem.

- O zaman senden korkmam. Senin arkadaşın olurum istersen.

- Benim insan arkadaşım olmaz. Benimle ancak dağlar arkadaşlık edebilir. Ama görüyorsun ki burada ovanın ortasında tek başımayım. Çevremde dağ falan da yok.

- Ben dağ değilim ama seninle arkadaş olabilirim. Sormak öğrenmek istediğim çok şey var. Sen yıllardır buradasın. Herkesi gördün, her şeyi duydun bunca yıl. Benim soracaklarımı biliyor olmalısın.

- Sen hem çok küçüksün, hem insansın. Nasıl arkadaş oluruz?

- Sen beni duyabiliyorsun, ben de seni. Bence bu arkadaş olmak için iyi bir başlangıç. Sen ne dersin? İstersen arkadaşlığımızı gizleriz.

- Bir deneyelim bakalım. Ama beni çok zorlama. Zorlanırsam öfkelenebilirim. O zaman yer sarsılır. Kızmaya başlayınca da felaket gelir. Duymuşsundur.

- Korma seni yormayacağım. Sen az konuşursun, gereksinimi olanları yanıtlarsın. Göreceksin ben daha çok konuşan kişi olurum.

- Geç oldu. Git istersen. Birazdan hava kararacak. Seni merak etmesinler.

- Olur. Yarın yine gelirim. Tamam mı?

- Ben hep buradayım. Beklerim seni.

Küçük kız elini sallayarak dağı selamladıktan sonra, çalıların arasından eteklere doğru hızla koşmaya başlamış. Dağ ile konuşmuş olduğu için çok sevinçliymiş. En azından artık söylencenin tümüyle hayal olmadığını, gerçeğin ta kendisi olduğunu biliyormuş. O gece erkenden yatağına yatıp uyumuş. Yaşlı dağ karlı başını bulutların üzerinden yukarılara, yıldızlara çevirerek, karanlıkta parlayan bu küçük inci parçalarını gözlemiş. Uzun yıllardan beri ilk kez birini ürkütmeden, onunla konuşmuş olmanın mutluluğunu, çok derinden gelen, ta gönülden gelen sıcaklığını duymuş. Bu duyguyu nice zamandır unutmuş olduğunu anımsamış birden…

Ertesi gün çok daha erken gelmiş küçük kız. Bir kayanın üzerine iliştikten sonra, şöyle bir çevresine bakınmış.

“Acaba dağ geldiğimi anlar da seslenir mi?” diye beklemiş birazcık. Kendisine yüzyıllar kadar uzun gelen bu sürede dağdan hiçbir ses çıkmayınca seslenmiş:

- Hey! Dağ burada mısın? Ben geldim.

- Küçük kız! Geldin demek.

- Evet. Söz verdiğim gibi geldim işte.

Birazcık duraksamışlar. Bu kısa sessizlikte aşağılardaki ağaçların dallarına konan kuşlardan tek tük cıvıltılı sesler gelmiş kulaklarına. Sessizliği yine ilk bozan küçük kız olmuş:

- Senin adın ne? Ben sana nasıl sesleneyim?

- Ben yaşarken bana “Ulu Kral” derlerdi. Sonra bu yanardağ lavlar püskürtünce “Kızgın Dağ” dediler. Şimdi sönmüş bir yanardağ olduğum için “Taş Dağ” demeye başladılar. Sen istersen bu adlardan birini kullan, ya da kendin bana yeni bir ad ver.

- Yeni bir ad vermek istiyorum. İçinde dostluk ve sevgi olsun. Seninle benim dostluğumu yansıtsın. Senin yüceliğini, bilgeliğini anlatsın. Ben sana “Sezgi Baba” diyeceğim.

- Ne güzel bir ad. Teşekkür ederim. Ama neden Sezgi Baba?

- “Uzun yıllar gördüklerine ve duyduklarına dayanarak sezgilerin de güçlenmiştir” diye düşünüyorum. Doğru mu?

- Sanırım öyle küçük. Bu dağ benim bedenim olduğuna göre, sonsuza değin onun içinde yaşayacağım her halde.

- Bir kurtuluş yolu olmalı. Bana başından geçenleri anlatsana! Ne olduğunu, senin bu dağa nasıl girdiğini öyle çok öğenmek istiyorum ki!

- Başımdan geçenleri anlatmaya çalışayım. Benim için çok acı dolu günler onlar. Ama anlatacaklarım seni de üzebilir.

- Ben şimdi senin dizinde mi oturuyorum?

- Öyle gibi birşey.

- Ellerimle şu taşlara yaslanınca senin dizini mi tutmuş oluyorum?

- Öyle diyebiliriz.

- Senin kucağına oturmuş, senin anlatacaklarını dinlemek için bekliyorsam, ben niye sıkılayım? Niye üzüleyim? Hem sen beni hissediyor musun?

- Hayır seni hissedemem. Ancak var olduğunu bilirim. Seni görmüyorum.

- Gözlerin bulutların üzerinde olduğu için mi? Bulutlar engel mi oluyorlar?

- Hayır benim gözlerim yok. Yani senin anladığın anlamda yok. Ben bu cansız varlığın, bu kocaman taş yığınının içindeyim. Senin anladığın anlamda duymadan, görmeden ve dokunmadan yaşıyorum.

- Soğuk bir ruh gibi mi?

- Öyle de diyebilirsin. Ama ben yaşayan biriyim.

- Beni nasıl duyuyorsun?

- Kulaklarım olmadığı için senden çıkan titreşimleri, yani sesini algılayamam. Senin duygularını ve düşüncelerini duyuyorum desem beni anlar mısın?

- O zaman benim söylemediklerimi de bilirsin.

- Gönlünden geçirdiğin ve benim bilmemi istediğin şeyleri bilirim yalnızca.

- Gizemini öğrenmek istediğimi de biliyorsundur o zaman.

- İlk konuştuğumuzdan bu yana evet.

- O zaman sen gizemini anlatacaksın ve ben de merakımı gidereceğim.

- Anlatmak istiyorum. Anlayabilir misin bilemem.

- Anlamayacak ne var bunda?

- Küçüksün. Sevgiyi ve aşkı daha öğrenmemiş olabilirsin. Benim gizemimde bu kavramlar var. Onları anlatmaya çalışmam gerekecek.

- O söylediklerini daha yaşamamış olabilirim. Ya da yaşadıklarımla senin yaşadıkların aynı şeyler olmayabilir. Ama çevremde gördüklerimden, okuduklarımdan ve duyduklarımdan ne demek istediğini anlarım sanıyorum.

- Ben de senin anlayabileceğin bir biçimde anlatmaya çalışacağım.

“Çok uzun yıllar önce bu ovada, yanardağ yokken, buraları yöneten Ulu bir Kral’dım. O zaman çok genç olmama karşın halkı hoşnut etmesini iyi bilirdim. Yalnız yaşardım. Halka daha çok hizmet edebilmek için çok çalışırdım. Onlara adamıştım kendimi. Onların mutluluğunu görmek çok güzeldi. En güzel sevgiden de güzel. Ovadaki pek çok genç kız, benimle olabilmek için dolanır dururdu çevremde. Herkese bakan, her çiçekten bal toplamaya istekli biri olmadığım için, onlar benim ilgimi çekmezdiler desem yanlış olmaz”.

- Güzel, ya da alımlı olanı yoktu her halde.

- Olur mu? Çok güzelleri de vardı aralarında. Benim duygularıma, sevgime uygun olanı yoktu yalnızca. Halkın sevdiği “Ulu Kral” olarak her önüme gelenle birlikte olamazdım. Benimle beraber olan, halkın da sevgisini kazanmalı, halk ona saygı duymalıydı. Kısacası bana yakışan ağır başlı biri olmalıydı”.

“Bir gün vezirlerimden biri, ileride bir köyde, tam bana uygun bir kız olduğunu söyledi.

“Yolumuz o yöne düşünce bir bakarız” deyip geçiştirdim. Çok istekli değildim. Bir köylü kızının aradığım özellikleri taşıyabileceğine de pek inanmamıştım doğrusu. “Bir başka nedenle o yöne gidecek olursak bir bakar, kız gerçekten benim aradığım türden birimi öğreniriz” diye düşündüm. Bu yöntemle bana çok kız tanıştırmıştılar. Hepsinin gerçek amacını öğrenince vazgeçmiştim. Bıkkınlık gelmişti bana. Kızların adı geçince biraz sinirleniyor, yılgınlığımı belli etmeden konuyu değiştirmeye çalışıyordum. Aradığım tür bir kızla karşılaşabileceğime olan inancımı yitirmiştim aslında. Uzatmadan konuya dönelim.

Bir gün yolumuz vezirin söylediği köye düşünce, kızı anımsadım. “Evlerine gidip hallerini sorayım” dedim. Kız beni sıradan biri gibi ağırladı. Davranışlarındaki ağır başlılığı ve onuru hiç bozmadı. Heyecanlanmadı bile. Onun da gönlünden “Ulu Kral” ile beraber yaşama olasılığı geçmiyordu her halde. Fazla ümitlenmedi. Ailecek saygıyla beni uğurladılar. Sonra o köyden bir kez daha geçmem gerekti. Bir iş için uzaklara gitmiştim. Dönüşte köyden geçerken

“Şu aileye bir kez daha uğrayayım” dedim. Evlerine gittim. Bu kez daha uzun konuştum onlarla. Yine beni sıradan bir misafir gibi ağırladılar. Zamanla kızla aramızda bir arkadaşlık kuruldu. Ben onlara, onlar da bana daha yakın davranmaya başladılar. Aramızda bir sevgi ve saygı zinciri oluşmuştu. Bir gün, o köylü kızından ülke yönetiminde benim yanımda ve bana destek olmasını istedim. Önce “Olmaz öyle şey.

Ben bu köyden pek çıkmadım. Ülke yönetmeyi bilmem. Sana nasıl yardımcı olabilirim?” diyerek kabul etmedi önerimi. Zamanla beni daha iyi tanıdıkça, birbirimize olan sevgimiz arttıkça, birbirimizden ayrılamayacağımızı gördükçe, düşünceleri değişti ve benim yanıma gelmeyi kabul etmek zorunda kaldı. Görkemli bir düğün yaptık. Ova halkı, o dönemde yaşamlarının en büyük şölenini gördüler. Herkes patlayıncaya kadar yedi, içti, yorulup baygın düşünceye kadar dans etti. Günlerce sürdü eğlenceler. Halkın arasında dolaşıp kutlamalarını kabul ettik, neşelerine neşe kattık”.

“Mutlu yıllar çok uzun sürmedi. İyi kalpli Kraliçe birden, amansız bir hastalığa yakalandı. Hiç kimse hastalığına bir çare bulamadı. Onun hasta yatağında yattığı günlerde, ova halkı da acılıydı. Ağızlarını bıçak açmıyor, bir an önce Kraliçe’lerinin iyileşmesini bekliyordular. Gözlerimin önünde, sevdiğim kadın eriyip giderken benim de içim parçalanıyordu. Bazen odama çekilir gizli gizli ağlardım. Sonunda Kraliçe acılar içinde son nefesini verdi.

Sarayın bahçesinde gül fidanlarının dibine gömdük onu. Akşam olup hava kararınca mezarının başına gider, saatlerce ağlar ve onu nasıl sevdiğimi haykırırdım karanlığa. Bir gün gözlerim ağlamaktan kızarmış, haykırmaktan sesim kısılmış;

“Taş olsam da bu acıya katlanmasam” dedim bağırarak. Bunu öyle içten söylemişim ki, birden sarayımız taş yığınına dönüştü. Sonra kendimi bu taş yığınının içinde buluverdim. Önce çok sinirlendim. Taş kafesten kurtulmak için haykırdım, bağırdım. Ben tepindikçe, hırçınlık yaptıkça içinde durduğum kocaman kayadan dumanlar çıkmaya başladı. Kayanın kara dumanı ovaya yayılırken, çevreye kızgın ve yanan kayalar uçuyordu. Ova birden savaş alanı gibi olmuştu.

Dağdan kızgın kayalar fırlıyor, oluk oluk lavlar akıyordu. Benim kızgınlığım, beni taparcasına seven halkıma çok zarar verdi. Onları acılara boğdu. Baktım kurtuluş yok. Ben kızdıkça halk daha çok zarar görecek, bu dağın içinden çıkamayacağımı kabul edip, acımı içime gömdüm ve sesizce yaşamaya başladım. Artık kızmıyorum. Kızınca felaket oluyor”.

Bu ana kadar sessizce ellerini çenesine dayayarak dağın anlattıklarını dinlemiş olan küçük kız gözlerinden yaşlar akarken dağa seslenmiş:

- Sezgi Baba, öykün çok acıklıymış. Çok üzüldüm. Çektiğin acıları duyunca elem sardı içimi. Bu kadar çok mu sevmiştin karını?

- Sanırım. Ondan sonra kimseyi sevemedim. İçimi acı kapladı. Sevgiyi unuttum. Yoksa o kadar çok felakete neden olmazdım.

- Anlattıkların benim merakımı giderdi. Seni böyle yalnız bırakamam. İstermisin zaman buldukça yanına geleyim, seninle konuşayım. Sana arkadaş olayım. Belki acını azaltırım. Belki de beni seversin, kim bilir?

- Sevgi olmaz her halde. Gelirsen seninle dertleşiriz. Hoşlandım seninle konuşmaktan.

- Yine geç oluyor. Ben gideyim de beni merak etmesinler. dedikten sonra küçük kız oturduğu kayadan aşağıya doğru kaymış ve koşar adımlarla oradan uzaklaşmış.

Küçük kız, evine gelince doğruca odasına çekilmiş ve Sezgi Babanın yaşam öyküsünü düşünmüş. Söylencenin doğru olduğunu, Ulu Kral’ın dağın içinde hapis olduğunu biliyormuş artık. “Boşuna çıkmıyor bu söylenceler. Hepsinin de bir gerçek payı var anlaşılan” demiş kendi kendine. Sonra Sezgi Baba’nın sevgisini kazanmaya karar vermiş.

“Öyle ya, acı çekmemek için taşın içine giren adam, severse belki o taştan girdiği gibi çıkar” diye düşünmüş. Ona yaklaşıp acılarını unutturmayı, ona yeniden sevmeyi öğretmeyi kendine ödev bilmiş.

Küçük kız artık fırsat buldukça Sezgi Baba’ya gidiyor, onunla dertleşiyormuş. Birkaç yıl süren bu ilişki, sonunda kendi içinde bir sevgi, Sezgi Baba’nın sesinde bir yumuşama olarak belirmiş. Her ikisinde de dostluğun ötesinde bir duygu oluşmaya başlamış. Güzel bir duyguymuş bu. Bu dönemde küçük kız büyümüş, serpilip güzel bir genç kız olmuş. Kral da hoşnutluk duyuyormuş bundan. Genç kız, büyüdüğü (ya da duyguları değiştiği) için olsa gerek, ona artık “Sezgi Baba” demiyor, “Taş Adam” diye sesleniyormuş. Genç kız, beline kadar inen alımlı uzun saçları, uzun bacakları ve düzgün bedeniyle tüm ova halkının dikkatini çekmeye başlamış. Güzelliği dilden dile, kulaktan kulağa dolaşır olmuş. Ovadaki gençler peşinde dolanırken o kimseye bakmazmış. Bir gün Taş Adam’ın yanına gittiğinde:

- Çok güzel bir genç kız oluğunu söylüyorlar doğru mu?

- Sen görmediğin için bilemiyorsun. Gerçekten güzel olsam beni sever miydin?

- Ben senin iç dünyanı tanıyorum. Onun dürüst, candan ve sevgi dolu olduğunu biliyorum. Görmesem de bu bana yetiyor sevmek için.

- Diyorum ki, şimdi beraberce bir dilekte bulunsak, aynı senin taş olmayı istediğin gibi içten gelerek, yeniden insan olsan ve beni görüp güzelliğmin büyüsüne kapılsan, beni sever miydin?

- Neden olmasın. Son iki yıldır senin iç dünyanı o kadar iyi tanıdım ki, ben de bu taşın içinden çıkmak ve seninle olmak istiyorum ama korkuyorum.

- Neden korkuyorsun?

- “Taşın içine girerken oluşan felaket zinciri taşın dışına çıkarken de oluşursa” diye korkuyorum. “Çevreye zarar vereceğime, sevgimi içime gömerim, onun yüceliği ile bu taşın içinde kendimi avutur, ömrümü sürdürüp giderim” diyorum. Hem zaman en iyi ilaçtır. Zamana bırakmalıyız. Sen de, ben de birbirimizi unuturuz zamanla.

- Ya hiç unutmazsam, senden başkasına bakmazsam? Değmez mi beni görmeye?

- Değmez olur mu? Aslında öyle çok istiyorum ki…

- Gönülden iste. O zaman gerçekleşir. Korkma, dene bir kez. Taş Adam! Haydi dene.

- Deniyorum işte…

dedikten sonra birden hava kararmış. Her tarafı kara bulutlar kaplamış. Şimşek çakıyormuş. Gök gürlüyormuş. Yanardağdan gelen gümbürtüyü ve tepesinden çıkan kara dumanı gören ova halkı, panik içinde sağa, sola koşuşturuyormuş. Yer kısa aralıklarla sarsılmış. Evler ve ağaçlar durdukları yerde hoplayıp zıplamış. Hayvanların ve insanların çığlıkları yeri göğü inletir olmuş.

Genç kız, bu gürültü ve patırtıdan hiç etkilenmeden heyecanla, Taş Adam’ın kayalardan çıkmasını bekliyormuş. Genç kızın yanı başındaki ak duman yavaş yavaş dağılırken, genç kızın arkasında, belli belirsiz bir adamın gölgesi oluşmaya başlamış. Dumanın etkisi ile yaşlanan gözlerini oğuştururken, genç kız, kulağının dibinde yumuşak bir ses duymuş:

- Çok güzelsin. Gördüğüm, bildiğim en güzel kızsın sen.

- Taş Adam!

- Evet benim. Oldu işte.

- Biliyordum. Başaracağını biliyordum. Beni çok sevdiğini biliyordum.

diyerek adamın boynuna sarılmış. Gözlerinden yaşlar akıyor, boğazına düğümlenen hıçkırıklar, Taş Adam’ın omzunda boğulup gidiyormuş.

- Acele edelim. Gidelim buradan. Yanardağ yine patlayacak galiba.

demiş Taş Adam. Genç kızın elinden tutmuş. Beraberce hızla oradan uzaklaşmışlar.

O günden sonra ova halkı bir daha o güzel genç kızı görememiş. Patlamalar sırasında “Herhalde yer yarıldı içine düştü” demişler. Bir süre, genç kızın arkasından yas bile tutmuşlar, sonra unutmuşlar onu…

Taş adam ve genç kız yaşamlarına uzaklarda, bir başka ülkede, mutluluk içinde geçirmişler…

Uçsuz bucaksız düz bir ovanın ortasında, gökyüzüne doğru uzanan yüce bir yanardağ varmış. Görkemli görüntüsüyle, dimdik, alımlı duruşu ile taa uzaklardan, herkesin ilgisini çekermiş. Tepesi çoğu zaman bulutlarla kaplıymış. Bazen bulutların arasından ak saçları, beyazlaşmış sakalı görünür, ama yüzü pek seçilmezmiş. O hep kendi dünyasında, bulutların arasına sakladığı başıyla sesizce ovayı gözlemlermiş bir bekçi gibi. Bazı günler, ova halkı onun gülmeyen yüzünü, çatık kaşlarını bile gördüklerini sanırmış.

Bir söylenceye göre bu sönmüş yanardağ, çok eskilerde buraların tek hakimi olan Ulu Kral’ın ta kendisiymiş. Ulu Kral, bir gün üzüntüden ovanın otasında ağlamaya başlayınca bu yanardağ oluşmuş. Akan lavlarla yanardağ göklere kadar yükselmiş, ova halkını acılara boğduktan çok sonra durulmuş, bugünkü konumuna dönmüş. Söylenceye göre yanardağın tepesindeki bulutlar, Ulu Kral yeniden insan oluncaya kadar dağın tepesini ova halkından saklayacakmış. Ova halkı, Ulu Kral yine öfkelenirse, yanardağ korkunç lavlarını çevreye saçabilir diye çok korkarmış.

 

Söylencenin etkisinde kalan ova halkı yanardağa pek yaklaşmaz, ondan uzak durmaya çalışırmış. Bazı istekliler yanardağa çıkıp söylenceyi araştırmaya kalkışmışlar. Meraktan dağa çıkanlar, çoklukla hiç dönmemişler. Dönenler de dağ hakkında hiç konuşmamışlar.

Sonunda ova halkı, sönmüş yanardağın sesiz yaşamını kurcalamadan, onun kendilerine sunduğu dünya nimetlerinden yararlanmayı seçmişler. Yazın yanardağın eteklerinde yer alan verimli topraklardan ürün toplarken, kışın dağın eteklerine kadar uzanan karlar üzerinde kayak yapar yaşantılarını sürdürürmüşler.

Ovadaki evlerin tümü yanardağın lav pürkürttüğü dönemde oluşan granitten yapılmış sağlam evmişler. Ova halkı, kendileri için bir geçim kaynağı ve yaşamları için önemli olduğunu bildikleri için bu dağa şükran duyar, saygı gösterirmiş. Dağ da çevresinde mutluluk içinde yaşayan ova halkına belli belirsiz gülümserken, bulutların arkasında kendi gizemli dünyasının anılarına dalar gidermiş…

Sönmüş yanardağın başlarda hırçın ve sinirli davranışları olmuş. Her an çevresindekileri ürkütür, onlara hep korkulu anlar yaşatırmış. Kafası kızdığında başından dumanlar çıkarken, homurtularından yer gök inlermiş. Tepesinden çıkan dumanlar karardığında, gözleri şimşek çakarak kızarır, önce yoğun bir kurum bulutu, sonra koyu yakıcı lavlar saçarmış çevresine. Bu durumda ova halkı ancak canlarını kurtaracak kadar zaman bulup uzaklara kaçışırmış. Kaçamayanlar, evler, ekinler, kısacası geride bıraktıkları her şey kızgın lavların altında eriyip yok olurmuş. Yanardağın kızgınlığı geçince lavlar soğur ve çevre sakinleşirmiş.

Sonra lapa lapa yağan kar, yanardağ bir daha kızmasın diye onun üstünü örter, soğutur, sinirlerini yatıştırırmış. Ova halkı, yanardağın neden durup dururken kızdığını bilmediklerinden, türlü söylenceler üretmişler. Dilden dile, kuşaktan kuşağa gelmiş bu söylenceler.

Ova halkının soğuk kış gecelerinde birbirlerine anlattıkları öyküler ve söylencelerle büyümüş olan küçük bir kız, hep bu yüce dağın neden kızdığını öğrenmek istemiş.

İnsanlara sessizce elindeki nimetleri sunan bu dağın, birden köpürüp çevresini yok edişine bir türlü akıl erdiremiyormuş. Bu işin gizemini öğrenmek amacıyla yanıp tutuşuyormuş gönlü. Çevresindeki yaşlılara sormuş, dağa çıkıp sağ ve sağlıklı dönenlerden bilgi almaya çalışmış. Ama, doyurucu bir yanıt alamamış bir türlü. Bir gün evinin bahçesinden yüce dağa bakarken :

- Senin gizemini bir gün çözeceğim yüce dağ.

diye mırıldanmış. Onun sesini duyan yanardağdan o anda bir homurtu çıkmış. Yer sarsılmış belli belirsiz. Ne küçük kız, ne de ova halkı bu kıpırdanmayı ve sesi duyamamışlar.

Küçük kız, sürekli dağı ve görkemli görüntüsünü izlermiş hayranlıkla. Fırsat buldukça da eteklerine kadar gider, gözlerini dağı doruğuna diker, bulutların içine gömülmüş başına, omuzlarına kadar sarkan ak saçlarına, upuzun duran sakalını bakarmış. Bakıp bakıp düşüncelere dalarmış.

“Eğer söylence doğru ise, bu Ulu Kral neden dağ oldu? Neden hırçın bir tavırla çevresini yıktı? Neden şimdi sessizce duruyor?” diye sorarmış kendi kendine. Onun büyüklüğü, görkemli duruşu rüyalarına bile girermiş. Rüyalarında kendisini onun dizine oturmuş, onunla konuşurken görürmüş.

Küçük kız, bir gün dayanamamış ve dağın eteklerinden yukarıya tuırmanmaya başlamış. Dağın en tepesine kadar çıkmaktan korktuğu için, ağaçların azalıp, kayaların sertleştiği bir yere gelince durmuş. Biraz dinlenip başını dağın doruğuna doğru kaldırmış ve:

- Çok merak ediyorum. Eğer sen kıralsan neden böyle taş kesildin? Neden böyle sesizce duruyorsun?

diye sormuş. Sesi elemini ve kaygısını yansıtıyormuş. Sorusunun ardından homurtuya benzer bir gürültü ve sarsıntı hissetmiş. Birden yer sarsılacak, lavlar akacak sanmış. Küçük kız, sesi kayalara çarpa çarpa yankılanırken ve dalga dalga uzaklara doğru uçup giderken, homurtuyu bir kez daha duymuş. Ama ne yer yarılmış, ne de lavlar akmış. Bir kaya bile kıpırdamamış. Homurtuyu bir kez daha duymuş. Bu kez, homurtunun gürültüden çok bir konuşmaya benzediğini algılamış.

“Acaba başka biri mi var çevremde?” diyerek şöyle bir kayalara, çalıların arkasına göz gezdirmiş. Kimseyi göremeyince dağın kendisine yanıt verdiğini düşünerek, biraz da korkuyla yinelemiş sorusunu:

- Yüce dağ! Sen gerçekten Kral mısın?

Boğuk bir ses yanıtlamış sorusunu:

- Evet, ben Kral’dım.

O zaman küçük kız rahatlamış ve derin bir nefes almış. Sorna sürdürmüş konuşmasını:

- Korkmuştum. Bir başkası var diye endişelenmiştim.

- Benden korkmuyor musun?

- Hayır.

- Herkes benden çekinirken, sen niye korkmuyorsun?

- Senin gizemini öğrenmek istiyorum. Sen artık kötülük yapmadan böyle sessizce duruyorsun. Ben kötülük gelecek yerden korkarım.

- Ben de eskiden insanlara kötülük yaptım, onlara çok zarar verdim.

- Ne kadar eskiden?

- Çok uzun yıllar önce.

- Şimdi?

- Şimdi sessizce ovayı bekliyorum.

- Kimseye zarar vermezsin değil mi?

- Artık kimseye zarar vermem.

- O zaman senden korkmam. Senin arkadaşın olurum istersen.

- Benim insan arkadaşım olmaz. Benimle ancak dağlar arkadaşlık edebilir. Ama görüyorsun ki burada ovanın ortasında tek başımayım. Çevremde dağ falan da yok.

- Ben dağ değilim ama seninle arkadaş olabilirim. Sormak öğrenmek istediğim çok şey var. Sen yıllardır buradasın. Herkesi gördün, her şeyi duydun bunca yıl. Benim soracaklarımı biliyor olmalısın.

- Sen hem çok küçüksün, hem insansın. Nasıl arkadaş oluruz?

- Sen beni duyabiliyorsun, ben de seni. Bence bu arkadaş olmak için iyi bir başlangıç. Sen ne dersin? İstersen arkadaşlığımızı gizleriz.

- Bir deneyelim bakalım. Ama beni çok zorlama. Zorlanırsam öfkelenebilirim. O zaman yer sarsılır. Kızmaya başlayınca da felaket gelir. Duymuşsundur.

- Korma seni yormayacağım. Sen az konuşursun, gereksinimi olanları yanıtlarsın. Göreceksin ben daha çok konuşan kişi olurum.

- Geç oldu. Git istersen. Birazdan hava kararacak. Seni merak etmesinler.

- Olur. Yarın yine gelirim. Tamam mı?

- Ben hep buradayım. Beklerim seni.

Küçük kız elini sallayarak dağı selamladıktan sonra, çalıların arasından eteklere doğru hızla koşmaya başlamış. Dağ ile konuşmuş olduğu için çok sevinçliymiş. En azından artık söylencenin tümüyle hayal olmadığını, gerçeğin ta kendisi olduğunu biliyormuş. O gece erkenden yatağına yatıp uyumuş. Yaşlı dağ karlı başını bulutların üzerinden yukarılara, yıldızlara çevirerek, karanlıkta parlayan bu küçük inci parçalarını gözlemiş. Uzun yıllardan beri ilk kez birini ürkütmeden, onunla konuşmuş olmanın mutluluğunu, çok derinden gelen, ta gönülden gelen sıcaklığını duymuş. Bu duyguyu nice zamandır unutmuş olduğunu anımsamış birden…

Ertesi gün çok daha erken gelmiş küçük kız. Bir kayanın üzerine iliştikten sonra, şöyle bir çevresine bakınmış.

“Acaba dağ geldiğimi anlar da seslenir mi?” diye beklemiş birazcık. Kendisine yüzyıllar kadar uzun gelen bu sürede dağdan hiçbir ses çıkmayınca seslenmiş:

- Hey! Dağ burada mısın? Ben geldim.

- Küçük kız! Geldin demek.

- Evet. Söz verdiğim gibi geldim işte.

Birazcık duraksamışlar. Bu kısa sessizlikte aşağılardaki ağaçların dallarına konan kuşlardan tek tük cıvıltılı sesler gelmiş kulaklarına. Sessizliği yine ilk bozan küçük kız olmuş:

- Senin adın ne? Ben sana nasıl sesleneyim?

- Ben yaşarken bana “Ulu Kral” derlerdi. Sonra bu yanardağ lavlar püskürtünce “Kızgın Dağ” dediler. Şimdi sönmüş bir yanardağ olduğum için “Taş Dağ” demeye başladılar. Sen istersen bu adlardan birini kullan, ya da kendin bana yeni bir ad ver.

- Yeni bir ad vermek istiyorum. İçinde dostluk ve sevgi olsun. Seninle benim dostluğumu yansıtsın. Senin yüceliğini, bilgeliğini anlatsın. Ben sana “Sezgi Baba” diyeceğim.

- Ne güzel bir ad. Teşekkür ederim. Ama neden Sezgi Baba?

- “Uzun yıllar gördüklerine ve duyduklarına dayanarak sezgilerin de güçlenmiştir” diye düşünüyorum. Doğru mu?

- Sanırım öyle küçük. Bu dağ benim bedenim olduğuna göre, sonsuza değin onun içinde yaşayacağım her halde.

- Bir kurtuluş yolu olmalı. Bana başından geçenleri anlatsana! Ne olduğunu, senin bu dağa nasıl girdiğini öyle çok öğenmek istiyorum ki!

- Başımdan geçenleri anlatmaya çalışayım. Benim için çok acı dolu günler onlar. Ama anlatacaklarım seni de üzebilir.

- Ben şimdi senin dizinde mi oturuyorum?

- Öyle gibi birşey.

- Ellerimle şu taşlara yaslanınca senin dizini mi tutmuş oluyorum?

- Öyle diyebiliriz.

- Senin kucağına oturmuş, senin anlatacaklarını dinlemek için bekliyorsam, ben niye sıkılayım? Niye üzüleyim? Hem sen beni hissediyor musun?

- Hayır seni hissedemem. Ancak var olduğunu bilirim. Seni görmüyorum.

- Gözlerin bulutların üzerinde olduğu için mi? Bulutlar engel mi oluyorlar?

- Hayır benim gözlerim yok. Yani senin anladığın anlamda yok. Ben bu cansız varlığın, bu kocaman taş yığınının içindeyim. Senin anladığın anlamda duymadan, görmeden ve dokunmadan yaşıyorum.

- Soğuk bir ruh gibi mi?

- Öyle de diyebilirsin. Ama ben yaşayan biriyim.

- Beni nasıl duyuyorsun?

- Kulaklarım olmadığı için senden çıkan titreşimleri, yani sesini algılayamam. Senin duygularını ve düşüncelerini duyuyorum desem beni anlar mısın?

- O zaman benim söylemediklerimi de bilirsin.

- Gönlünden geçirdiğin ve benim bilmemi istediğin şeyleri bilirim yalnızca.

- Gizemini öğrenmek istediğimi de biliyorsundur o zaman.

- İlk konuştuğumuzdan bu yana evet.

- O zaman sen gizemini anlatacaksın ve ben de merakımı gidereceğim.

- Anlatmak istiyorum. Anlayabilir misin bilemem.

- Anlamayacak ne var bunda?

- Küçüksün. Sevgiyi ve aşkı daha öğrenmemiş olabilirsin. Benim gizemimde bu kavramlar var. Onları anlatmaya çalışmam gerekecek.

- O söylediklerini daha yaşamamış olabilirim. Ya da yaşadıklarımla senin yaşadıkların aynı şeyler olmayabilir. Ama çevremde gördüklerimden, okuduklarımdan ve duyduklarımdan ne demek istediğini anlarım sanıyorum.

- Ben de senin anlayabileceğin bir biçimde anlatmaya çalışacağım.

“Çok uzun yıllar önce bu ovada, yanardağ yokken, buraları yöneten Ulu bir Kral’dım. O zaman çok genç olmama karşın halkı hoşnut etmesini iyi bilirdim. Yalnız yaşardım. Halka daha çok hizmet edebilmek için çok çalışırdım. Onlara adamıştım kendimi. Onların mutluluğunu görmek çok güzeldi. En güzel sevgiden de güzel. Ovadaki pek çok genç kız, benimle olabilmek için dolanır dururdu çevremde. Herkese bakan, her çiçekten bal toplamaya istekli biri olmadığım için, onlar benim ilgimi çekmezdiler desem yanlış olmaz”.

- Güzel, ya da alımlı olanı yoktu her halde.

- Olur mu? Çok güzelleri de vardı aralarında. Benim duygularıma, sevgime uygun olanı yoktu yalnızca. Halkın sevdiği “Ulu Kral” olarak her önüme gelenle birlikte olamazdım. Benimle beraber olan, halkın da sevgisini kazanmalı, halk ona saygı duymalıydı. Kısacası bana yakışan ağır başlı biri olmalıydı”.

“Bir gün vezirlerimden biri, ileride bir köyde, tam bana uygun bir kız olduğunu söyledi.

“Yolumuz o yöne düşünce bir bakarız” deyip geçiştirdim. Çok istekli değildim. Bir köylü kızının aradığım özellikleri taşıyabileceğine de pek inanmamıştım doğrusu. “Bir başka nedenle o yöne gidecek olursak bir bakar, kız gerçekten benim aradığım türden birimi öğreniriz” diye düşündüm. Bu yöntemle bana çok kız tanıştırmıştılar. Hepsinin gerçek amacını öğrenince vazgeçmiştim. Bıkkınlık gelmişti bana. Kızların adı geçince biraz sinirleniyor, yılgınlığımı belli etmeden konuyu değiştirmeye çalışıyordum. Aradığım tür bir kızla karşılaşabileceğime olan inancımı yitirmiştim aslında. Uzatmadan konuya dönelim.

Bir gün yolumuz vezirin söylediği köye düşünce, kızı anımsadım. “Evlerine gidip hallerini sorayım” dedim. Kız beni sıradan biri gibi ağırladı. Davranışlarındaki ağır başlılığı ve onuru hiç bozmadı. Heyecanlanmadı bile. Onun da gönlünden “Ulu Kral” ile beraber yaşama olasılığı geçmiyordu her halde. Fazla ümitlenmedi. Ailecek saygıyla beni uğurladılar. Sonra o köyden bir kez daha geçmem gerekti. Bir iş için uzaklara gitmiştim. Dönüşte köyden geçerken

“Şu aileye bir kez daha uğrayayım” dedim. Evlerine gittim. Bu kez daha uzun konuştum onlarla. Yine beni sıradan bir misafir gibi ağırladılar. Zamanla kızla aramızda bir arkadaşlık kuruldu. Ben onlara, onlar da bana daha yakın davranmaya başladılar. Aramızda bir sevgi ve saygı zinciri oluşmuştu. Bir gün, o köylü kızından ülke yönetiminde benim yanımda ve bana destek olmasını istedim. Önce “Olmaz öyle şey.

Ben bu köyden pek çıkmadım. Ülke yönetmeyi bilmem. Sana nasıl yardımcı olabilirim?” diyerek kabul etmedi önerimi. Zamanla beni daha iyi tanıdıkça, birbirimize olan sevgimiz arttıkça, birbirimizden ayrılamayacağımızı gördükçe, düşünceleri değişti ve benim yanıma gelmeyi kabul etmek zorunda kaldı. Görkemli bir düğün yaptık. Ova halkı, o dönemde yaşamlarının en büyük şölenini gördüler. Herkes patlayıncaya kadar yedi, içti, yorulup baygın düşünceye kadar dans etti. Günlerce sürdü eğlenceler. Halkın arasında dolaşıp kutlamalarını kabul ettik, neşelerine neşe kattık”.

“Mutlu yıllar çok uzun sürmedi. İyi kalpli Kraliçe birden, amansız bir hastalığa yakalandı. Hiç kimse hastalığına bir çare bulamadı. Onun hasta yatağında yattığı günlerde, ova halkı da acılıydı. Ağızlarını bıçak açmıyor, bir an önce Kraliçe’lerinin iyileşmesini bekliyordular. Gözlerimin önünde, sevdiğim kadın eriyip giderken benim de içim parçalanıyordu. Bazen odama çekilir gizli gizli ağlardım. Sonunda Kraliçe acılar içinde son nefesini verdi.

Sarayın bahçesinde gül fidanlarının dibine gömdük onu. Akşam olup hava kararınca mezarının başına gider, saatlerce ağlar ve onu nasıl sevdiğimi haykırırdım karanlığa. Bir gün gözlerim ağlamaktan kızarmış, haykırmaktan sesim kısılmış;

“Taş olsam da bu acıya katlanmasam” dedim bağırarak. Bunu öyle içten söylemişim ki, birden sarayımız taş yığınına dönüştü. Sonra kendimi bu taş yığınının içinde buluverdim. Önce çok sinirlendim. Taş kafesten kurtulmak için haykırdım, bağırdım. Ben tepindikçe, hırçınlık yaptıkça içinde durduğum kocaman kayadan dumanlar çıkmaya başladı. Kayanın kara dumanı ovaya yayılırken, çevreye kızgın ve yanan kayalar uçuyordu. Ova birden savaş alanı gibi olmuştu.

Dağdan kızgın kayalar fırlıyor, oluk oluk lavlar akıyordu. Benim kızgınlığım, beni taparcasına seven halkıma çok zarar verdi. Onları acılara boğdu. Baktım kurtuluş yok. Ben kızdıkça halk daha çok zarar görecek, bu dağın içinden çıkamayacağımı kabul edip, acımı içime gömdüm ve sesizce yaşamaya başladım. Artık kızmıyorum. Kızınca felaket oluyor”.

Bu ana kadar sessizce ellerini çenesine dayayarak dağın anlattıklarını dinlemiş olan küçük kız gözlerinden yaşlar akarken dağa seslenmiş:

- Sezgi Baba, öykün çok acıklıymış. Çok üzüldüm. Çektiğin acıları duyunca elem sardı içimi. Bu kadar çok mu sevmiştin karını?

- Sanırım. Ondan sonra kimseyi sevemedim. İçimi acı kapladı. Sevgiyi unuttum. Yoksa o kadar çok felakete neden olmazdım.

- Anlattıkların benim merakımı giderdi. Seni böyle yalnız bırakamam. İstermisin zaman buldukça yanına geleyim, seninle konuşayım. Sana arkadaş olayım. Belki acını azaltırım. Belki de beni seversin, kim bilir?

- Sevgi olmaz her halde. Gelirsen seninle dertleşiriz. Hoşlandım seninle konuşmaktan.

- Yine geç oluyor. Ben gideyim de beni merak etmesinler. dedikten sonra küçük kız oturduğu kayadan aşağıya doğru kaymış ve koşar adımlarla oradan uzaklaşmış.

Küçük kız, evine gelince doğruca odasına çekilmiş ve Sezgi Babanın yaşam öyküsünü düşünmüş. Söylencenin doğru olduğunu, Ulu Kral’ın dağın içinde hapis olduğunu biliyormuş artık. “Boşuna çıkmıyor bu söylenceler. Hepsinin de bir gerçek payı var anlaşılan” demiş kendi kendine. Sonra Sezgi Baba’nın sevgisini kazanmaya karar vermiş.

“Öyle ya, acı çekmemek için taşın içine giren adam, severse belki o taştan girdiği gibi çıkar” diye düşünmüş. Ona yaklaşıp acılarını unutturmayı, ona yeniden sevmeyi öğretmeyi kendine ödev bilmiş.

Küçük kız artık fırsat buldukça Sezgi Baba’ya gidiyor, onunla dertleşiyormuş. Birkaç yıl süren bu ilişki, sonunda kendi içinde bir sevgi, Sezgi Baba’nın sesinde bir yumuşama olarak belirmiş. Her ikisinde de dostluğun ötesinde bir duygu oluşmaya başlamış. Güzel bir duyguymuş bu. Bu dönemde küçük kız büyümüş, serpilip güzel bir genç kız olmuş. Kral da hoşnutluk duyuyormuş bundan. Genç kız, büyüdüğü (ya da duyguları değiştiği) için olsa gerek, ona artık “Sezgi Baba” demiyor, “Taş Adam” diye sesleniyormuş. Genç kız, beline kadar inen alımlı uzun saçları, uzun bacakları ve düzgün bedeniyle tüm ova halkının dikkatini çekmeye başlamış. Güzelliği dilden dile, kulaktan kulağa dolaşır olmuş. Ovadaki gençler peşinde dolanırken o kimseye bakmazmış. Bir gün Taş Adam’ın yanına gittiğinde:

- Çok güzel bir genç kız oluğunu söylüyorlar doğru mu?

- Sen görmediğin için bilemiyorsun. Gerçekten güzel olsam beni sever miydin?

- Ben senin iç dünyanı tanıyorum. Onun dürüst, candan ve sevgi dolu olduğunu biliyorum. Görmesem de bu bana yetiyor sevmek için.

- Diyorum ki, şimdi beraberce bir dilekte bulunsak, aynı senin taş olmayı istediğin gibi içten gelerek, yeniden insan olsan ve beni görüp güzelliğmin büyüsüne kapılsan, beni sever miydin?

- Neden olmasın. Son iki yıldır senin iç dünyanı o kadar iyi tanıdım ki, ben de bu taşın içinden çıkmak ve seninle olmak istiyorum ama korkuyorum.

- Neden korkuyorsun?

- “Taşın içine girerken oluşan felaket zinciri taşın dışına çıkarken de oluşursa” diye korkuyorum. “Çevreye zarar vereceğime, sevgimi içime gömerim, onun yüceliği ile bu taşın içinde kendimi avutur, ömrümü sürdürüp giderim” diyorum. Hem zaman en iyi ilaçtır. Zamana bırakmalıyız. Sen de, ben de birbirimizi unuturuz zamanla.

- Ya hiç unutmazsam, senden başkasına bakmazsam? Değmez mi beni görmeye?

- Değmez olur mu? Aslında öyle çok istiyorum ki…

- Gönülden iste. O zaman gerçekleşir. Korkma, dene bir kez. Taş Adam! Haydi dene.

- Deniyorum işte…

dedikten sonra birden hava kararmış. Her tarafı kara bulutlar kaplamış. Şimşek çakıyormuş. Gök gürlüyormuş. Yanardağdan gelen gümbürtüyü ve tepesinden çıkan kara dumanı gören ova halkı, panik içinde sağa, sola koşuşturuyormuş. Yer kısa aralıklarla sarsılmış. Evler ve ağaçlar durdukları yerde hoplayıp zıplamış. Hayvanların ve insanların çığlıkları yeri göğü inletir olmuş.

Genç kız, bu gürültü ve patırtıdan hiç etkilenmeden heyecanla, Taş Adam’ın kayalardan çıkmasını bekliyormuş. Genç kızın yanı başındaki ak duman yavaş yavaş dağılırken, genç kızın arkasında, belli belirsiz bir adamın gölgesi oluşmaya başlamış. Dumanın etkisi ile yaşlanan gözlerini oğuştururken, genç kız, kulağının dibinde yumuşak bir ses duymuş:

- Çok güzelsin. Gördüğüm, bildiğim en güzel kızsın sen.

- Taş Adam!

- Evet benim. Oldu işte.

- Biliyordum. Başaracağını biliyordum. Beni çok sevdiğini biliyordum.

diyerek adamın boynuna sarılmış. Gözlerinden yaşlar akıyor, boğazına düğümlenen hıçkırıklar, Taş Adam’ın omzunda boğulup gidiyormuş.

- Acele edelim. Gidelim buradan. Yanardağ yine patlayacak galiba.

demiş Taş Adam. Genç kızın elinden tutmuş. Beraberce hızla oradan uzaklaşmışlar.

O günden sonra ova halkı bir daha o güzel genç kızı görememiş. Patlamalar sırasında “Herhalde yer yarıldı içine düştü” demişler. Bir süre, genç kızın arkasından yas bile tutmuşlar, sonra unutmuşlar onu…

Taş adam ve genç kız yaşamlarına uzaklarda, bir başka ülkede, mutluluk içinde geçirmişler…

 
 
  Bugün 17342 ziyaretçi (61667 klik) kişi burdaydı! 2008 Temmuz...  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol